2010-06-26

He is just not that into you if he's not calling you!!

İzlenen filmler listesine bir yenisini daha ekleyeli uzun zaman oldu. ABD,Almanya ve Hollanda ortak yapımı olup 14 Şubat 2009'da vizyona girmiş bir film, ama ben tam bir sene sonra izleme fırsatı bulduğum için kendime kızıyorum. Ve izledikten aylar sonra hakkında yazma isteğim kabardı işte bu satırlarda :)



Eğer filme "izlediğimizde bize ne katacak" sorusuyla başlarsanız hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Çünkü dev bir kadro, bütün oyuncular başrolde çok mükemmel olmalı diyerek bilmediğiniz şeyleri ögrenebileceğinizi zannedersiniz.
Halbuki şöyle en lezzetlisinden şarabınızı alıp koltuğunuza yayılıp tamamen rahatlamak için filmi izlemeye başlarsanız herşey çok daha farklı olacaktır sizin için. Çünkü film o kadar hayatın içinden o kadar gerçek durumları gözler önüne seriyor ki aslında bildiğiniz, belki bilinç altınızda var olan fakat farkına varamadığınız ayrıntıları görmenize yardımcı oluyor. Hem gerçekleri farkediyorsunuz, hem de çok keyifli 2 saat geçiriyorsunuz. Bir çok sahnede kendi hayatınızdan, kendi arkadaşlarınızdan bulacağınız benzerliklerde cabası :)
 Filmden kısaca bahsetmem gerekirse, bir şekilde birbirleri ile bağlantılı olan bir grup insanın ilişki havuzunun sığ kısmından evlilik hayatının derin ve bulanık sularına doğru ilerlerken bir yandan karşı cinsin işaretlerini okumaya, bir yandan da "istisna yoktur" kuralına istisna oluşturmaya çalışıyorlar. Filmin senaryosu Abby Kohn ve Mark Silverstein tarafından kaleme alınmış. Yönetmenliğini Ken Kwapis yapmış.

Gigi : Belki beni aramıştır da mesajı bana ulaşmamıştır. Ya da belki numaramı kabetmiştir, ya da şehir dışındadır, ya da ona bir taksi çarpmıştır, ya da büyükannesi ölmüştür.
Alex : Ya da belki seni aramamıştır çünkü seni tekrar görmek istemiyordur.


Telefonun başında durup bir erkeğin arayacağını söylediği halde aramadığı için sürekli kendince nedenler, bahaneler üreten, ya da bir kadının artık neden sizinle yatmak istemediğini, ya da hiç ummadığınız bir anda süpermarkette karşılaştığınız ve size sırasını veren adam sayesinde hayatınızda ilk defa -bugun bizden alışveriş yapan bilmem kacıncı kişisiniz bu da ödülünüz- birşeyler kazanmanıza neden olan o yakışıklıya karşı yıldırım aşkına tutulduğunuz ve akabinde adamın evli olduğunu öğrendikten sonra "neden evli ki?" diye sorguladığınız bir durumda buldunuz mu kendinizi veya bunları yaşayan bir arkadaşınız oldu mu? 
Öyle ya da böyle mutlaka yaşamışsınızdır böyle şeyleri.

Ardından bir bakıyorsunuz ki hayatında bir adamın olması için uğraşan ve bunu yaparken de teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanan, adeta teknolojinin esiri olmuş Mary rolündeki Drew Barrymore beliriyor sahnede.
Mary : İşler değişti. Artık insanlar fiziksel olarak buluşmuyorlar. Karşı cinse daha cazip görünmek istiyorsam, gidip saç modelimi değiştirmek yerine internetteki profilimi güncelliyorum. Artık işler böyle yürüyor.
Yine gerçek bir noktaya değinilmiş işte! Sizin de hayatınızda teknolojiyi araç olarak kullanmaya başlayıp amaç haline dönüştürdüğünüzde yaşadığınız hayal kırıklıkları ile dolu hikayeleriniz yok mu?

Biz kadınlar bir erkekle 1 dk süren bir diyalogumuzu masaya yatırmaya kalktığımızda saatlerce onun üzerine teoriler geliştiririz. Ya da cep telefonumuza gelen basit bir mesajdan onbinlerce anlam çıkartmayı görev ediniriz. Üzerine yorumlar yapar, mesajdaki noktalama işaretlerinden bile anlam çıkarmaya çalışırız. Tabi ki filmi izlerken böyle sahnelerle sürekli karşı karşıya kalıyorsunuz ve o kadar tanıdık geliyor ki gülmekten kırılıyorsunuz. Hatta elinizde tuttuğunuz şarap kadehini bırakıp şişeden devam ediyorsunuz:)


Yazım için filmin posterini ararken farkettim ki aslında bu filmin kitabı varmış. Sex and the City'nin senaryo danışmanı Greg Behrendt ve Liz Tuccillo tarafından yazılmış kadınların kendilerini umursamayan erkekleri elde etmek için yaptıkları 9 yanlış hareketin sebebini açıklayan best-seller bir kitap. Kitabı şöyle bir inceledim ve deniz kenarında güneşlenirken veya otobüs yolculuklarında okuyucuyu çok fazla yormadan keyif verecek yalanıp yutulacak bir kitaba benziyor.

Okunası bir kitap, izlenesi bir film...

2010-06-22

SADAKAT


...Sesi olmayan bir ağzım olduğunu bilmiyordum. Sessizliğimin ne kadar yırtıcı olduğunu. Benim değildi o ses. Konuşan ben değildim. O yükselen alçalan, çözülen, fırıl fırıl dönen ve çıkış arayan haykırışlar benim olamazdı. Sözcükler yuvarlanıp yerlere düşüyordu ve ben nasıl olupta hep birlikte baş aşağı, aşağı, aşağı düştüğümüzü anlayamıyordum. Yeryüzünün neresinde bulunduğumu bilmiyordum...

İnci ARAL-Sadakat isimli romandan alıntıdır...

Kırmızı ciltli kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Nedense içeriğinde acı dolu bir sesle yükselen haykırışlar varmış gibi geliyor... Bu kitap ta tam hissettiğim şeyi doğrulamakla kalmayıp bir kadının aşkı uğruna neleri feda edebileceğini, hastalıklı bir aşk olduğunu bile bile nelere göğüs gerebileceğini, O'nu nasıl affedebileceğini anlatıyor. İlk başlarda çok abartı gelmişti bazı şeyler ama okuyup bitirdikten sonra sindirmeye başladım... kendimi koydum romanın baş kahramanının yerine, "ben olsam ne yapardım" diye düşünürken buldum kendimi... Öyle paragraflar var ki hala kafamın içinde yankılanıyor! Akıcı, aşk, ihtiras, tutku, entrika ve acı dolu bir kitap. Gözünüze çarparsa bir yerlerde okuyun derim...

Yüreğim Seni Çok Sevdi Part-2


"Yüreğim seni çok sevdi!
o yürek talan,
o yürek yangın yeri
o yürek seni istiyor
bir tek seni!"

Evet 5 gün önce veda ettim kitabıma gözyaşları içinde... Onun hakkında yazabilecek kıvama yeni gelmiş gibi hissederken, bir de baktım ki söyleyebilecek hiç birşeyim yok! Çünkü okumamışım kitabı! Resmen yaşamışım satırlardaki hüznü, acıyı, aşkı... Bu hüzün ki omuzlarıma binmiş kamburlaştırmış bedenimi... Sayfalarımı her çevirişimde acı sürprizlerle merhaba dedi bana rol arkadaşlarım! Aslı'nın Murat'a olan aşkı mıydı cesaret gerektiren, yoksa Murat'ın kördüğüm olmuş bağlılığı mıydı Aslı'ya cesur olması gerektiğini gösteren... Kendinizi bürüdüğünüz karaktere göre faklı cevaplar verilebilecek sorular aslında bunlar! Kim olmak istediğiniz, nerede olmak istediğiniz ve kimlerden veya nelerden kaçmaya çalıştığınızla ilgili bir durum belki de...

Kitapla ilgili son sözlerimi yazmak için aslında bayağı bekledim... Başladım, hislerimi kaydettim ve kapattım, sonra yeniden kaldığım yerden devam ettim düşüncelerimle beraber, kaydettim... Tekrar, tekrar ve tekrar! Ve şimdi yüreğime, beynime ve belki de hayatıma kazımış olduğu izlerle noktalama zamanı geldi diye düşünüyorum...

Yüreğimin çok sevdiklerine, ve yüreği çok sevenlere...

2010-06-14

4400

Yine bir dizi serisini daha bitirmiş olmanın verdiği boşlukla, gördüklerim, hissettiklerim ve bunlarla birlikte yaşadıklarım hakkındaki yazma isteğime engel olamayıp bu satırlarda buldum kendimi... Tabi ki paylaşımcı kişiliğimle kimseden esirgeyemeyeceğim görüşlerimle birlikte.

1950'li yıllarda bir gün, Maia isimli küçük bir kızın ailesiyle pikniğe gitmesi ve bir anda gök delinmişçesine yağan yağmur yüzünden 1950 model arabalarına hapsolmalarıyla başlar hikayemiz... Maia yağmura rağmen arabanın dışında olmak ister, ailesi önce izin vermez ama sevimli kızın ısrarlarına da daha fazla dayanamazlar ve kısa bir süreliğine yağmurun altında oynamasına izin vermeleri ile başlar hikaye... Her amerikan yapımında olduğu gibi yine şanslı kişi gitmemesi gerektiği kadar uzağa gider ve bir anda muhteşem bir ışık hüzmesi ile ortadan kaybolur. 50 yıl zarfında teker teker bir çok kişi bir anda o ışık seliyle birlikte yok olurlar. Kimi karısıyla buluşmak için işinden çıkıp arabasına binerken karşılaşır bu ışık seliyle, kimi kuzeni ile sahilde gizli gizli içerken... Ve sonunda 4400 insan bilinmeyen bir yerde bir gün dahi yaşlanmadan ve kacırıldıklarının farkına varmadan uyutulmaktadır. Kısacası zaman kavramının olmadığı paralel bir evrendedirler...

Günümüze geldiğimizde bir kuyruklu yıldızın dünyaya teğet bir şekilde geçecek olması ile ilgilenen yetkililer araştırmaları sonucu bahsi geçen kuyruklu yıldızın yön değiştirip hızının arttığını farkederler.

Kuyruklu yıldızlar yön değiştirmezler ki!

Koordinatlar belirlenir, medya, polis, ajan, halk derken insanlar buraya ne olup bittiğini görmeye gelirler veeee karşılarında 4400 :) Evet binlerce insan bi anda karşılarında belirir. Neler olup bittiğini kimse anlayamaz. 4400 kişi özel yetenekleriyle hayata bağlanmaya çalışırlar. Vücutlarının "Promisin" üretmesidir bu yeteneklerini ortaya cıkaran fakat hiç birşeyin farkında değildirler. Ancak hükümetin onları tehdit olarak görmesi ve izinleri dışında bu insanlara gizlice promisin önleyici ilaçlar enjekte etmeleri sonucu yeteneklerini engellemeye çalışmalarıyla beraber olaylar dizisi başlar. Tabii ki 4400 kişinin hepsi promisin önleyici almamış ve yeteneklerini gunden gune farketmeye baslamışlardır. Kiminin iyileştirici etkisi, kiminin geleceği görme yeteneği, yeteneğinin yanlış kullanarak insanları öldürme yetenekleri, akıl okuma yeteneği, difüzyon yeteneği gibi cok farklı yeteneklerle diğerlerinin arasına karışamamanın getirdiği sorunlarla boğuşmaktadırlar.

Seri bence çok akıcıydı. bir bölüm bittiğinde diğerini izlememek için elinizden hiç birşey gelmiyor. Sabah 5 buçukta uyanıp işe gideceğimin bilincinde olduğum halde dayanamayıp saati 3 yaptığımı biliyorum.

Tabiki her yapımda olabileceği gibi bunda da saçmalıklar yok değil. Örneğin olaylar öylesine hızlı çözülüyor ki "vay canına amerikan ajanlar neymiş" diyebiliyorsunuz:) Veya bütün bu olanların sebebini anlamaya çalışmak yerine başka şeylerle ugraşmaları canınızı sıkıyor ta ki 4. sezona kadar...
4. sezonda senaristler herşeyi takır takır dökmüşler izleyici önüne, inanılmaz hızlı bir şekilde... Sonuncusu ve en kötüsü de dizinin bütçe sıkıntısından dolayı 4. sezonun sonunda bitiyor olması... Soru işaretleri ile öylece kalıyorsunuz... Her güzel şeyin bitişi gibi bu dizi de bittiğinde sizi büyük bir boşluğa düşürüyor. Hele ki izlediğiniz filmlerde, dizilerde ya da okuduğunuz kitaplarda kendinizi o dünyanın içine sokup karakterlerden birine bürünüyor ve gerçek hayatla hayal dünyanızın karışmasına engel olamıyorsanız benim gibi, işte asıl büyük boşluk o zaman başlıyor... :)

Herşeye rağmen izlemeye değer...

2010-06-11

YÜREĞİM SENİ ÇOK SEVDİ

3 gün önce başlayıp inanılmaz bir akıcılıkla neredeyse bitirmek üzere olduğum bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Aslında oldum olası bunun gibi kapağından direk aşk-meşk, romantizm, duygusallık fışkıran kitaplardan hoşlanmazdım... Daha çok macera, psikoloji, polisiye, tarih, fantastik kitaplar okumayı yeğlerdim. bu kitabıda aldığım bir kaç fantastik kitabın arasında kaynatmış almışım işte!


İYİ Kİ ALMIŞIM...

Beni yepyeni bir dille tanıştırdı Canan TAN... Kitabın daha en başında hissetmiştim aslında başıma gelecekleri... Hissetmiştim benim yaşadıklarımdan da bir parça barındıracağını...
Ama bu kadarını değil!

Her neyse konuyu dağıtmadan YÜREĞİM SENİ ÇOK SEVDİ'ye geri dönmeliyim. Okurken gözyaşlarıma, dudaklarımın kenarındaki tebessüme, görülen yerlerin heyecanına, hissedilen kokuları yaşamaya karşı koyamıyorum... Farkettimki ben bir kitap okurken ya da bir film izlerken kendimi çok fazla kaptırıp orada buluyorum kendimi... Orada bütün anlatılanları yaşıyormuşum gibi bir kurgu oluşuyor bende... Bazen gerçek hayatla hayalgücümün getirilerini karıştırdığım dahi oluyor. Belki de beni bunları hissettirmeye itecek olan kitapları, filmleri özenle seçiyorumdur, gösterdiğim özenin farkında bile olmadan.... Kitapta asıl dikkat çekmek istenen şey; fedakarlığın aslında ne olduğu... Bencillikle arasındaki büyük fark... Ve tabi ki "Aşk" uğruna göze alınanlar ve alınamayanlar...

Yazarın anlatımı çok yalın, temiz ve akıcı... Hiç sıkmıyor okuyucuyu, hatta öyle ki, en küçük bir fırsatta bile iki sayfa daha okumak için kendinize ket vuramayacağınız bir kitap. Dolayısıyla aslında hiç bitmesini istemeyeceğiniz ve aynı zamanda an be an kahramanların hayatlarındaki gelişmeleri öğrenmek isteyeceğiniz, hatta kimseye itiraf etmeseniz bile dayanamayıp son sayfada ufacık bir göz gezdirme yapmaktan kendiniz alamayacağınız bir kitap. Kitabı henüz bitirmemiş olmama rağmen yürekleri birbirini çok seven iki kişi hakkında hissettiklerimi paylaşmak istedim... Gözyaşlarımı sözcüklerime dökerek ağlama yöntemimi değiştirmek istedim.

Kitabın içinde ki minik sürprizlerden bazıları;

"Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey
Dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey
Fakat artık ümit yetmiyor bana
Ben şarkı dinlemek değil
Şarkıyı söylemek istiyorum"
                                 
                      Nazım Hikmet

"Çekilmez bir adam oldum yine:
Uykusuz, aksi, nalet
Yine her sefer ki gibi haksızım
Sebep yok,
Olması da imkansız.
Bu yaptığım iş ayıp,
rezalet.
Fakat elimde değil
Seni kıskanıyorum
Beni affet..."

                       Nazım Hikmet


P.S: Kitap bittiğinde bana hissettirdikleri de çok yakında :)